3 Mart 2010 Çarşamba

Fransız Yeni Dalga

Posted by Antihumanist in 400 darbe, Alman, Fransa, Fransız Yeni Dalga, Hiroşima Sevgilim, Jean Luc Godard, Serseri Aşıklar, Sinema, Truffout


Sinemanın yine bambaşka bir tarza büründüğü zamanlardan biri ile karşı karşıyayız. Bundan yaklaşık elli yıl önce Fransa'da, bildiğimiz "hikâye anlatma" modeli gidiyor, yerine yenisi geliyor. Bilinen tüm sinema kurallarına karşı geliniyor, olay akışları bölünüyor, sinemanın "takım çalışması" özelliği bir kenara konuluyor ve filmler artık kişiye ait hale geliyor. Fransız yeni dalga akımı aslında iki akım halinde ortaya çıkıyor. 1958 ve 1963 yılları arasında ilk yeni dalga akımı başlıyor ve akıma özelliğini veren filmler esas bu dönemde yapılıyor. 1966-1968 yılları arasına gelen ikinci dönemde ise akımın politik yönü öne çıkıyor. Dolayısıyla sinemaya kazandırdıkları açısından bakıyorsak, üzerinde durmamız gereken dönem akımın ilk beş yılı diyebiliriz.
Bir çok önemli akımda olduğu gibi, yeni dalga akımının da ortaya çıkmasını kolaylaştıran yine ülkede halihazırda var olan durum. Fransız filmleri yenilikten uzak, birbirinin benzeri bir hale geldikçe sinemaya para yatıran insanlar senaryo yazarlarıyla anlaşamamaya başlıyor. Bir yandan da üretilen filmlerin yönetmenlerinin filmleri için istedikleri yüksek bütçelere değmediklerini düşünüyorlar. Böylece yeni neslin hevesli, yenilikçi ve düşük bütçelerle yetinen sinemacıları sektörün çok işine geliyor. Sinema endüstrisine bu şekilde giren genç nesile baktığımızda ortak noktalarının orta sınıftan olmaları, mutsuz olmaları, bir önceki kuşağın değerlerine sert bir şekilde karşı çıkmaları ve evde oturup televizyon seyretmekten bıkmış olmaları olduğunu görüyoruz.
Aslında ne 68 kuşağından ne de bizlerden çok farklı olmayan üniversite gençleri bile diyebiliriz yeni dalga akımı sinemacıları için. Ancak onlar birçok kuşaktan farklı olarak bu dertlerini sinemada çözmeye karar vermiş ve şartlar dolayısıyla endüstri tarafından da bir bütün olarak kabul görmüşler. Burada dikkat çekici olan, Fransa'nın içinde bulunduğu politik sorunlara rağmen, Fransız yeni dalga akımının temelde politik hiçbir yönünün olmaması. Karşı oldukları tek bir şey var, o da bir önceki kuşağın orta sınıf değer yargıları. Bu da bu akımı büyük ölçüde diğerlerinden ayıran bir başka özellik.
Yeni dalga akımındaki yönetmenlerin en önemli yönleri filmlerin yazarlığını da kendileri yapmaları. Yönetmenin kendi yazdığı bir filmi çekerek kendisini en iyi şekilde ortaya koyabileceğini savunan bu düşünce ile birlikte, film ortak bir eser olmaktan çıkarak tek bir kişinin yarattığı eser haline geliyor. Yazar-yönetmenler filmlerinde sadece ve sadece kendi dünyalarını ve karakterlerini ortaya koyuyorlar. Bu da o dönemdeki yeni neslin "bireysellik" konusuna verdiği önemle birebir örtüşen bir sonuç yaratıyor. İtalyan filmlerindeki gerçekçilikten ve esnek senaryodan etkilenen yeni dalga yönetmenlerini İtalyan yeni gerçekçilik yönetmenlerinden ayıran en önemli nokta da burada ortaya çıkıyor zaten. Yeni gerçekçilik yönetmenleri ortak çalışmaya önem verip bir çok kişinin ortak dünyasını yansıtmak isterken, yeni dalga yönetmenleri kendilerini merkeze koyuyorlar.Akımın temel özellikleri ve ortaya çıkış sebepleri böyleyken filmlerin konusunu tahmin etmek zor olmasa gerek: Gençlerin sorunları ve toplumun sosyal değer yargıları. Ama bu filmlerin bir de kadınların hoşuna gitmeyen yanı var ki o da çoğu yeni dalga filminde görülen kadınları küçük görme durumu. Yeni dalga filmlerinde kadınlar ya cinsellikleri ile erkeklerin sonunu hazırlayan "femme fatale"lar olarak ya da tüketici toplumuna hizmet ederek ailelerin parçalanmasına sebep olan kuklalar olarak resmediliyorlar. Erkekler çalışırken kadınlar tüketiyor. Birçok yeni dalga filmlerinde kadınlar hakkında konuşuluyor, kadınlar izleniyor ama hiç bir zaman kadınlara aktif bir rol yüklenmiyor. "Tüketici" rolündeyken bile, kadının bunu yapma sebebi olarak reklamlara karşı koyamaması ve alışveriş isteğine engel olamaması gibi kadınları zayıf gösteren açıklamalar resmediliyor. Tabii ki bu tavır tüm yeni dalga filmleri için geçerli değil. Kadın yönetmenlerin ya da sosyal ve toplumsal konularda derinlemesine bilgi sahibi yönetmenlerin filmlerinde kadın-erkek ayrımından bahsetmek haksızlık olur.
Yeni dalga yönetmenlerinin yenilikçi tavrı ile ortaya çıkan "kuralsız" sinema bilinen yöntemlerin tam aksini izliyor. Kuralları yıkmalarında onlara yardımcı olan bir başka özellikleri ise film yapma konusunda çok da bilgili olmamaları ve hata yaptıklarında bunu düzeltecek bütçeye sahip olmamaları. Hata yaparak öğreniyorlar ve tüm bu deneme-yanılma sistemi yeni akımla bütünleşiyor. Görüntünün uygunsuz yerlerde kesilmesi, zaman ve yerde oluşan devamsızlıklar seyirciye seyrettiğinin bir film olduğunu hatırlatma görevini üstleniyor. Bildiğimiz filmlerin aksine, yeni dalga filmleri bizim kendimizi kaptırıp filmi gerçekmiş gibi izlemememiz için elinden geleni yapıyor. Bu yabancılaştırma uğraşları sonunda ise yapmak istedikleri, seyircinin olayların gidişatına kapılmak yerine her şeyi dışarıdan izleyerek olaylar üzerinde düşünmek zorunda kalması. Başka bir deyişle: Pasif izleyiciliğe son! Filmi anlamak için bir çaba harcamayacaksanız, kim niye size bir şey anlatmak istesin ki değil mi?
Gelelim yeni dalga akımıyla yakından ilgilenmek isteyenler için birkaç önemli filme:
François Truffaut'dan "Les Quatre Cents Coups" (400 Darbe): 1959 yapımı bu filmin başrolünü paylaşanlar küçük erkek çocuğu Antoine ve Paris şehri. Filmde Paris'e bir başrol karakteri kadar büyük önem veriliyor ve Antoine'ın şehirle olan "arkadaşlık" ilişkisi öne çıkıyor. Yine bir adet "olumsuz" kadın figürümüz var ki burada da bencil bir anne olarak karşımıza çıkıyor.
Jean Luc Godard'dan "2 ou 3 Choses Que Je Sais D'elle" (Onun Hakkında Bildiğim 2-3 Şey): Yeni dalga akımının belki de en göze batan yönetmenidir Godard. Karakterle özdeşleşmenizi engellemek için sizi yabacılaştıran, hatta bundan emin olmak için bazen oyuncuları kameraya direkt konuşturan ya da onları makyaj odasında çeken bir yönetmen. Görüntülerle aranızda bir kamera olduğunu unutmayın diye elinden geleni yapıyor. Hatta yabancılaştırma işini iyice ileri götürerek bir karakterin farklı kişiler tarafından seslendirilmesini sağlıyor. Bu filmde Godard'a özgü her detayı bulabilirsiniz ve yine kuklamsı bir karakterle sunulan bir kadın rolü ile karşılaşacaksınız. Truffaut'nun "400 Darbe"sinden farklı olarak Paris bu sefer sevimli bir arkadaş değil, bir düşman olarak huzurlarınızda.
Alain Resnais'den "Hiroshima, Mon Amour" (Hiroşima, Sevgilim): Bu filmi es geçeceğimizi zannetmediniz değil mi? Yine 1959'dan bir başyapıt. Fransız bir kadın, Japon bir adam ve kadının anıları...Anlatılmaz, yaşanır tarzında bir film. Geçmiş zamanla, yaşanılan zaman arasındaki sınırı ortadan kaldırmayı amaçlamış bir film.http://www.istegenc.com.tr/
İtalyan-Sinemasinin-Tarihi

TARİHSEL BAĞLAM

Son 15 yılın anti-Hollywood başkaldırısı bir ilk girişimle, genel bir tekrar biçimiyle önce gelir, belki de kendini duyurur: İtalyan Yeni Gerçekliği.

Kuşkusuz, karakterize edilmiş diğer okullar, ondan önce, uyuşturucu sinemanın oyunlarını ve hükümlerini bırakan politik bir estetik, bir yöntem önerdiler: Altın çağını yaşayan Sovyet sineması, 1922-1932 arasında Alman işçi sineması ve otuzlu yılların İngiliz belgeci okulu ya da Fransız Halk Cephesi’nin şairane gerçekçiliği gibi daha az yetkin diğerleri.

Bu esnada, İtalyan Yeni Gerçekçiliği halk eğilimli ve Amerikan kapitalizminin sinemasının yüksek aşaması Hollywood emperyalizminin özgür demek utanmazlığını gösterdiği Dünya’nın tümünde egemenliğini yaydığı dönemde ilerleme eğilimli tipik olarak bir ulusal sinemanın tarihsel olarak ilk tutarlı doğrulaması oldu. André Bazin’e göre “gerçeğin bir etiği ve estetiği” olmak övüncüne iki kere sahip oldu.

Zayışıkları gibi olumlu katkıları, tüm olarak, ya da bölüm bölüm, ulusal ya da 1960′larda ortaya çıkan demokratik sinemaların sayısını karşılıklı kaderinde sık sık kendini bulacaktır. Bu yüzden, anlamlı çok sayıda kitabın geçmişte daha önce gerçekleştirildiğini ayrıntılı bir çözümlemeye dönmeksizin, bu kitap perspektifinde, büyüklüğünü oluşturan güçlü satırları ve aşama aşama onu gerilemeye iten biçim ve içerik bozukluklarını incelemek bana yararlı göründü.

Yeni gerçekçilikte en çarpıcı şey, İtalyan gerçekliği ve sinemacıların kaygıları arasındaki sıkı ilişkidir. Bu, ülkesinin sorunsalını yeniden kurmaya dört elle sarılan bir sinemadır. Lattuada’nın[1]ünlü paragrafı biliniyor:

Paçavralar içinde miyiz? Paçavralarımızı gösterelim. Yenildik mi? Felâketlerimize bakalım. Onları mafyaya mı, hipokrit sofuluğa mı, konformizme mi, sorumsuzluıa mı, hatalı eğitime mi borçluyuz? Borçlarımızı, acımasız bir şereşilik aşkıyla ödeyelim ve dünya, gerçemle bu büyük savaşa heyecanla katılacak. (…) Hiç bir şey bir ulusun tüm temellerini sinemadan daha iyi ortaya koyamaz.

Öte yandan De Santis şöyle bildiriyor:

Yeni Gerçekçiliği karakterize eden şey anlatma biçimi değildir, kameranın sokakta dolaşımı ya da profesyonel olmayan oyuncuların kullanımı değildir., çağımızın halkımızın sorunlarını net olarak, şereşi bir biçimde sergileme olgusudur.

Egemen belirtisi, varoluşunun bir geçiş döneminde tüm bir halkın gerçek yaşamını ifade etmek, açıklamak kaygısıdır. Ferrara[2] çok doğru olarak şöyle dedi:

Yeni Gerçekçilik, Italya’da Croce’nin varlığıyla, faşizmin moral hastalığını bir kez elimine eder etmez her şeyin düşüncenin aristokratik bahçesinde sarsıntısız devam edebildiğni kabul etmekte tereddüt etmeyen kültürün idealist öğretisini çürütüyordu (…). Hareket etme olanağı içinde,bu kültürün doğduğu toplum içerisinde kuvvetle bir yeniden doğmayı formüle ediyordu. Yeni Gerçekçilik cevap veriyordu: Evet, sanatçı sınırsız müdahale etme olanağına sahip. Evet, tüm otonomisini korurken nesnelerle ellerini kirletebilir ya da kirletmek zorundadı, politikayla, olayların antagonist (karşıt) olduğu bir durumda seçimini yapmak ve fildişi kule’ye hapsetmenin en yaşamsal sorumlulukların karşısında bir kaçış, tarihin diyalektiğinin bir inkârı dahil. Yeni Gerçekçi uyarının merkezi şuradadır. Kavgada güçlere dışarıdan ya da yatay olarak değil ama bizzat bu kavganın içinde sanatçının eylem alanını koymak.

Yeni Gerçekçilik, ona ihtiyacı varsa, sanatın ve yaşamın diyalektik ilişkilerle sürdürüldüğünü doğruluyor. Bir ulusal kültürün gücünü, diriliğini, toplumsal gerçeklikte sahip olduğu köklerini ortaya çıkardığını gösteriyor.Yeni Gerçekçi destan İkinci Dünya Savaşı ertesinde Italya’nın tarihsel durumuyla kendisini ortaya koyuyor temel olarak. Faşizmin yirmi yılında, ülke, kendini bizzat kendisinin ve kendi gerçeğinin karşısında buluyordu. 1943′te, birden bire ortaya çıkmış silahlı direnişen doğan sol güçlerin işleri yolunda gidiyordu. Böylesi dönemlerde, halkın özlemleri hemen hemen her zaman, burjjuva kökenli kapitalist toplumlarda genellikle durum bu olduğu için yaratıcıların esinleri üzerinde bir etki meydana getirirler. İtalyan sinemacılar ortak meşguliyet alanlarında buluştular.

* Faşizmin kötülenmesi, partizanların eylemlerinin yüceltilmesi: Roma Açık Şehir ve Païsa, Rossellini; Güneş Yine Doğacak, Aldo Vergano; Barış Içinde Yaşamak ve Zor Yıllar, Luigi Zampa; Haydut, Alberto Lattuada; Trajik Av, Guiseppe de Santis.

* Mezzogiorno’nun az gelişmişliği: Yer Sarsılıyor, Luchino Viskonti; Kanlı Paskalya, Guiseppe De Santis; Umut Yolu, Pietro Germi.

* Kentlerdeki işsizlik: Sciuscia, Bisiklet Hırsızları, Milano Mucizesi, Son İstasyon, Çatı Vittorio De Sica; Saat Onbiri Vuruyordu ( Onze Heurs Sonnaient ), Guiseppe De Santis.

* Kırsal kesimin toplumsal sorunları: Po Değirmeni, Alberto Lattuada; Acı Pirinç, Guiseppe De Santis.

* Yaşlıların sıkıntısı: Umberto D, Vittorio De Sica; Manto, Alberto Lattuada.

* Kadının durumu: Bir Aşkın Güncesi Ve Kendi Aralarında Kadınlar, Michelangelo Antonioni; Gönül Postası, Federico Fellini; Erkeksiz Kız, Guiseppe De Santis; Bugünkü Kadınlar, Luigi Zampa.

* Diğer temalar: Din, kentlerdeki suçlular, tarihsel analizler. Italyan Yeni Gerçekçiliği, sefalet edebiyatının, popülizmin, sahte güzelliklerin, mistisizmin, erotizmin ve qualunquisme’in sık sık bu çok hızlı bir biçimde filmlerin ağırlığına zarar verdiği gerçek olsa bile gerçeklikten doğrudan etkilenmiş geniş bir konu yelpazesi üstüne oturuyor.

Değişik öğelerden oluşmuş ve bazan karmakarışık karakteri gerçeğe benzer olarak başlangıç için Rossellini’nin Roma Açık Şehir filminde duygusal olarak canlandırılmış ve Gianfranco de Basio’nun Terorist’inde akılcı olarak açıklanmış bir sürece göre, iktidarda, çok farklı üç politik formasyonu bir süre için birlikte götüren üç partilik yönetime sahip: Komünistler, Sosyalistler ve Hıristiyan Demokratlar.

B- İDEOLOJİK BÜYÜKLÜKLER VE ZAYIFLIKLAR

Yeni Gerçekçi anlatımın, bir yandan kaligrafist eğilimiyle ve öte yandan Mussolini rejiminin beyaz telefon, kırmızı öyküler ve kara gömlekler sinemasıyla İtalyan sinemasının bağlarını koparmasının altını çizmek için keşfedildiği biliniyor. Yeni sözcüğü (néo öneki), bu hareketin İtalyan sinemasında (örneğin 1913-1914′te Nino Marteglio’nun Sperduti Nel Buio filmiyle açıklanmış) ve Verga gibi bir yazarla transalpin kültürü içinde daha önceden var olmuş olan tohum halinde gerçekçi bir akımı belli bir biçimde yeniden canlandırdığını belirtiyor.

Yazı alanında Yeni Gerçekçilik bir dizi belirgin özellikle Hollywood sinemasından ayrılıyor. Çok güzel bir yapıtta[3], Raymon Borde ve André Bouissy, bunu tanımlayan başlıca on stilistik öğeyi saydılar:

1- Bütünlük planlarını ve ortalama planlarını ve aktüaliteninkine yakın bir kadrajın sık sık kullanımı;

2- Sessiz sinemada pahalı olan görsel efektlerin (bindirme, eğik görüntüler, yansımalar, deformasyonlar, eksiltiler) reddi;

3- Belgesel geleneğine göre ayayrlanmış oldukça gri bir görüntü;

4- Özel efektsiz bir kurgu;

5- Gerçek dekorlarda çevrim;

6- Doğaçlamada farklı bir yol demek olan dekupajda belli bir esneklik;

7- Profesyonel olmayan gerçek oyuncuların kullanılması;

8- Diyalogların basitliği;

9- Sessiz çevrilmiş filmlerin sonradan eşlenmesine başvuru;

10- Bütçenin küçüklüğü.

Yöntem açısından çok tanımlar verildi. Hemen hepsi yön kutbuna gönderme yapıyor: Hıristiyan kutup ve Marksist kutup. Cinema Nuovo dergisinin baş redaktörü Guido Aristarco’ya gönderdiği bir mektubunda André Bazin[4] Amédé Ayfre’nin bir görüşünü yineleyerek şöyle yazıyordu:

Bana öyle geliyor ki Yeni Gerçekçilik, önce, yalnızca geleneksel dramatik sistemlere değil fakat yine gerçeğin belli bir globalitesinin doğrulanmasıyla -edebiyatta olduğu kadar sinemada da- gerçekçiliğin bilinen diğer yönlerine özünde karşıdır. Yeni Gerçekçilik global bir bilinçle gerçekliğin global bir tanımıdır. Oradan duyuyorum ki Yeni Gerçekçilik, kendinden önce gelen gerçekçi estetiklere ve özellikle doğacılığa ve gerçekçiliğin konu seçimiyle olduğu kadar bilinçlenmeyle de ilgili olmadığı şeyde verizme (doğruculuğa) karşıdır. İsterseniz, Païsa’da gerçekçi olan şey Italyan direnişidir, fakat Yeni Gerçekçi olan şey Rosellini’nin çevre düzenlemesi, olayların hem eliptik hem sentetik sunulmasıdır. Yine başka bir deyişle Yeni Gerçekçilik, kişiliklerin (politik, moral, psikolojik, mantıksal, toplumsal ve istediğiniz her şey) analizinden ve onların eyleminden tanımlamayla kaçınıyor. Gerçekliği anlaşılmaz değil, kuşkusuz, ayrılmaz bir blok olarak görüyor.

Buna, Aristarco’yla birlikte Çehov’un şu alıntısıyla memnunlukla cevap verilirdi: “Önemli olan, yaşamı dönüştürmektir, zira tüm geriye kalan hiç bir şeye yaramıyor.” Bazin’in idealizmi, Yeni Gerçekçiliği içerden kemirmekle bitiren özellikle Rosellini ve Fellini gibi yönetmenlerin yön değiştirmesine teorik bir doğrulama sağladı.

Anlatımı, Brecht’in gerçekçiliiçin yaptığı tanıma başvurursak net olarak aydınlanır[5]:

Gerçekçi şudur: Toplumsal ilişkilerin karmaşık nedenselliğini açığa çıkaran; egemen düşünceleri egemen sınıfın düşünceleri olarak açıklayan; insan topluluğunun içinde çırpındığı en ağır zorluklara en geniş çözümleri hazır tutan sınıf açısından yazılan;

Aynı şekilde Brecht’in bir yapıta popüler bir karakter vermesi tanımını yinelersek aydınlığa kavuşur:

Popüler şudur: Geniş yığınlarca anlaşılabilir; bakış açılarını benimseyen, onu pekiştiren ve onu düzelten; iktidara muvafakat edecek biçimde halkın en ileri bölümünü temsil eden, yani halkın diğer fraksiyonlarınca anlaşılabilir formlar içinde; gelenekleri yeniden canlandıran ve onları sürdüren; güncel olarak bu yönetimi üstüne alanın kazanımlarını yönetmeye can atan halkın bir kısmına ileten;

Ve Brecht, çok haklı olarak şunu diyordu:

“Hümanizm için!” sloganının halkın yönetiminde bunu edebiyattan çeviren “Burjuva mülkiyetinin ilişkilerine karşı!” sloganıyla her zaman tamamlanamadığı yer henüz gerçekleşmedi.

Bu üç tanım, Yeni Gerçekçiliğin büyüklüğü ve zayışığını belli bir netlikte çevrelemeyi sağlıyor. 1973 martında, Fransız Sinematek’inde Cezayir sinemasının bir rétrospective’ini sunan (anma gösterisi) Henri Langlois, İtalyan sinemasının temsilcilerinin oldukça kötü tanımlanmış bir hümanizmin erdemini sık sık bilirtmekten başka bir şey yapmadıkları dramatik durumlara eğilen sol burjuvalar olduklarını belirterek İtalyan ekolüne göre ilerlemelerinin altını çiziyordu.

Böylesi bana Yeni Gerçekçiliğin sınırlarından biri olur gibi geliyordu: (La Terra Trema – Yer Sarsılıyor gibi önemli bir kaç istisna dışında) toplumsal ilişkilerin karmaşık nedenselliği’ni ortaya koymuyor.

İkinci sınır: Çok seyrek olarak politik planda uyumlu kahramanları sunuyor. Yalnızca köhneleşmiş belli bir sosyalist gerçekçiliğin kızıl kahramanlarını burada göklere çıkarmak değil, mizansenlerdeki kararsız ve henüz marjinal kişiliklerin kibarlığı yönetmenlerdeki ideolojik bir belirsizliği, filmlerinin değerini azaltan politik ruhuna bir dalgayı yansıtıyor.

Üçüncü sınır: Hemen hemen bütün filmlerde devrimci bir perspektif yokluğu. Bu doğal olarak, daha öncekilere gönderme yapan zayışık.

C- BİR DÜŞÜŞÜN NEDENLERİ
1960 dolaylarında Yeni Gerçekçilik okul olarak dağıldı. Parçalanması, üç yönde, üç kökenden itibaren uygulanan bir politik yansızlaştırma çalışmasıyla hazırlandı.

* Tripartizmin (üç parti yönetiminin) işası ve on yıldan daha erken hıristiyan demokrasi tarafından iktidarın ele geçirilmesi (sahte bir parlamentarizm oyunuyla). Sağın gücündeki bu tırmanmaya, öyle görünüyor ki, Ekmek, Aşk ve Fantezi, Yeni Gerçekçiliğin kılak kıyafetini ustaca giyinmiş bu ögelerinin tecimsel damarının gelişmesini borçluyuz, popüler bir tür görünümlerine saygı gösteriyormuş gibi görünen bu filmler çok fazla angaje olmuş konulardan halkı vazgeçirmek amacına sahiptiler.

* Amerikan kapitalizminin işe burnunu sokuşu ve bir Tiber Hollywood’unun yerleşmesi: Yeni Gerçekçiliğin kökünü kazıma girişimleri daha sonra yeni bir türün ortaya çıkışıyla sonuçlanacaktır: Spagetti-Western.

* Bizzat sinemacıların kendi ideolojik zayışığı: Çoğu, Yeni Gerçekçiliğin “duvarına sıçradı”. “Bütün insanı” anlatmak bahanesiyle, “ruhsal bir boyutun” para toplama maskesiyle, çok sayıda yönetmen -çoğunlukla da en büyükleri arasında- önce rasyonalizmle (Fellini ve Rosellini), sonra, biraz daha geç, (Esprit’de Jean-Marie Domenach’ın deyişiyle “Kauçuk kavram”) yabancılaşma ve aykırılığın narsisizmi (Antonioni) temasının hastalıklı kültü ile karakterize edilmiş filozofik ve estetik bir kangren yaydılar. Vittorio de Sica, popülist demagojinin, Visconti burjuvazinin kokuşmasının saygılı ünlenmesinin batağına saplandı.

Yeni Gerçekçiliğin temel ve biçimsel bozuklukları L. Kogan tarafından Istkoustvo Kino[6] dergisinde çok güzel incelenmişti:

Yeni Gerçekçi sanat, asıl içindeki isteği sosyalizme geçiş olan çağımızın koşullarında doğdu. Yeni Gerçekçilik, çağımızın başlangıcının eleştirel gerçekliğinin en iyi ve en önemli özelliklerini esas olarak yeni diğer özelliklerle bu yöntemi zenginleştirerek elinde tuttu.Yeni Gerçekçi sanatta , halk temasına organik olarak insanlar arası dayanışma teması gelip eklenir (…). Yeni Gerçekçi yapıtların en tipik özelliklerinden birisi sosyalizme içgüdüsel eğilimidir. Bu yüzden, burjuva düzeninin eleştirisi, geçmişin ya da şimdinin eleştirel burjuva gerçekçiliğinden Yeni Gerçekçilik’te çok daha güçlü olarak kendini belli ediyor. Yeni Gerçekçi filmler mükemel biçimde otantiktirler. Günlük yaşamdaki önemi, olaylar yığınındaki tipikliği basitlik içindeki yaşamın gerçeklerini seziyorlar (…). Bununla birlikte, ülkeyi dolaşırken Yeni Gerçekçi filmlerin İtalya hakkında bize öğrettikleri her şeyin tamamen gerçek olmdığı izlenimi edindik (…). İtalyan halkının devrimci savaşımı nasıl görmezlikten gelinir (…)? Yeni Gerçekçilik, gerçek bir biçimde insansal sorunlarını ve toplumsal düzeyi sergilemekle değer kazanır: (…) İşsizlik, dayanılmaz yoksulluk, basit insanların dayanışması, dostluk tutkusu. Bununla birlikte, temaları, önemliliklerine karşın, genelde demokratik devinimin, çerçevesinden çıkmıyor: Bilinçli ve örgütlü devrimci savaşım teması Yeni Gerçekçiliğin bakış açısının dışında kalıyor. (…). Bu devrimci romantizm, savaşımın, ona hata yaptıran kahramanlık eyleminin romantizmidir. (…). Yeni Gerçekçilik, natüralizmden[7]kesin bir biçimde farklıdır zira “özünü” brüt olayların arkasında görüyor, fakat bu yalnızca en yakın özdür, olguların yüzeyine kurulan şey ve verilmiş olguyu aratan nedenlerin bütününü ortaya koymayan şey. Yeni Gerçekçilik’te eksik olan şey, toplumsal anlaşmazlıkların sonuçlarını sunmasına karşın, bunların toplumsal motişerini derinlemesine açımlamamaktadır. Yeni Gerçekçilik henüz günlük yaşamın dönüştürücü devrimci büyük gücü olarak halkı düşünecek yetenekte değildir (…). Toplumun eğilimininalmak zorunda olduğu zorunlu yönelimin açık bir öğretisini orada bulamazsınız ve Roma Açıkşehir, Bisiklet Hırsızları, Roma Ore II ve La Strada gibi filmlerde belli olan sonuçsuz yolun temasından doğduğu gibidir bu.

Carlo Lizzani’nin İtalyan sineması üstüne yazdığı Le Cinéma Italien[8] adlı önemli kitabında, 1955′ten itibaren, yeni kapitalizmin terslemesi karşısında Yeni Gerçekçiliğin sapmacılığından kuşkulanıyordu.şöyle yazıyordu:

Yönetmenlerimiz insana güvendiler. Ağır bunalım anlarında dayanışmayı ve cesareti salık verme gücüne sahip oldular (…). Savaşı ve sonuçlarını anlatmak için çok canlı bir ateşlilikle dikeldiler. Erkekçe bir espriyle çöküşün çekiciliğinden, intihar ve vazgeçme, on yıllar boyunca, romantizmin burjuva entelektüel düşüncesinde yeşerttiği bu kötümserliğin ince çağrısından kendilerini kaçırmayı bildiler.Bu esnada, aralarından bir çoğu, az aktüel fakat kolay bile olsa, İtalyan toplumu, tutuculuk çıkmazına doğru ilerlese, kuşkuculuk ve güvensizlik düşüncesi İtalyan halkı arasında yayılsaydı kalkışmalara boyun eğebilecekti. Yeni bir savaşın bulutları ufukta biriktiği ve görünüşte sağduyuyla hüküm sürmeyi olanaksız kılan güçlerin insanlığın varlığını bile tehdit etmek için dikeldiği ölçüde boyun eğmek daha az zordur, irrasyonelin ve aşkının önünde pes etmek en büyüktür ve kendini mahvetmenin zehiri daha içe işleyen ve daha tehlikeli hale gelir.

Fellini’nin mistik Yeni Varoluşçuluğu, Antonioni’nin laik Yeni Varoluşçuluğu, dekadantizm içinde Visconti’nin anti marksist geri çekilmesi diğer sinemaların bunu yapmayı bildiklerinden daha iyi İtalyan toplumunun karışıklığını kuşkusuz açıklıyor, fakat Yeni Gerçekçilik’ten farklı olarak, değişmikte olan bir toplumun etkin yansısı, bu büyük yönetmenlerin ve 1960′tan sonraki ardıllarının filmleri yönünü şaşırmış entelektüel mantalitenin pasif yansımasından başka bir şey değildi… İtalyan “ekonomik mucizesi”nin kibritlerine aynanın ve kuşkusuz “komünist parti”ni devrimci evriminin de çok sorunsal kıldığı prima d’una revolizone.

D- YENİ GERÇEKÇİLİĞİN DÜNYADAKİ ETKİSİ

Yeni Gerçekçiliğin İtalya’da en fazla genişlikle ve muhteşemlikle serpilip geliştiyse de diğer ülkelerde bazan çok uzaklarda bir doğuşa tanık oldu. Bazı durumlarda etkileri sözkonusu oldu. Bazı durumlarda da, belki, analog sosyo-politik bir bağlam, benzer filmler yarattı.

Japonya: 1945′ten sonra Japonya’da, İtalya’da olduğu gibi bu ülkede de, emperyalizmin ve militarizmin bozgunundan sonra, sol güçlerin işleri yoluna girdiği için Yeni Gerçekçi bir gelişmenin boy gösterdiği oldukça iyi kavranıyor. Böylece 1950′lerde Tadashi Imai’nin Canlılarız, Yazuşira Ozu’nun Buğday Hasadı, H. Gosho’nun Ocakların Dikeldiği Yer, Yamamura’nın Cehennem Gemileri, Mikio Naruse’nin Okasan’ı, Yamamoto’nun güneşsiz Semt’i, Kurosawa’nın Yaşamak ve Korku İçinde Yaşıyorum’unun ortaya çıktığı görülüyor.

Hindistan: 1953′te Bimal Roy’un Calcuta, Suç Kenti (Yine İki Hektarlık Toprak başlıklı) gibi bir filmin çıkışı Yeni Gerçekçiliğin aynı biçimde alt kıta Hindistan’a girdiği gerçekliğine tanıklık ediyor. Sade estetik ve yapıtın politik tutumu İtalyan ekolununkini çok yakından anımsatıyor. Bu Bengal sciuscia’sının tarihinden başka, Raj Kapoor’un Bay 420’si, K. A. Abbas’ın Munna’sı, Pakarash Arora’nın Ayakkabı Boyacısı’sı, Shambku Mitra’nın Dikkatli Kal’ı, V. Shantaram’ın İki Göz, Oniki El’i gibi yapıtlar da[9] bulunur. Ayrıca Bengal’de Mrinal Sen, Kitwik Ghatak, Hrishikesk Mukherjee ve Salil Chowdury gibi isimler de vardır.

Mısır: … 1952′deki Nasır Devrimi başlıca Salah Abou Seif’in filmleriyle ünlenmiş sıkılgan bir Yeni Gerçekçi damarı yaratıyor, fakat Yusufşahin, Tevfik Salah, Henri Barakat’inkiler de var. 1939′dan 1945′e kadar Kemal Selim’in İrade’si ve Kemal Telemsanny’nin Karaborsa’sı gibi filmlerle belki de öncelenmişti.

Lübnan: Georges Nasser’ın iki uzun metrajında Yeni Gerçekçi unsurlar bulunur. 1956 ve 1962′de çevrilmiş Bilinmeyene Doğru ve Küçük Yabancı.

Arjantin: Elbette Yeni Gerçekçi’ler Latin Amerika’da da bir kaç film çevirdiler. Özellikle Arjantin’de Fernando Birri tarafından: 1960′da Tire Die ve 1962′de Les Inondés (Su Baskınına Uğrayanlar).

Yeni Gerçekçi çizgiler, diğer ülkelerde çevrilmiş dağınık filmlerde de görülebilir: Farklı dönemlerde bazan gecikmiş olarak: Fransa, İngiltere, ABD, Senegal, Cezayir, Küba. Bugün bile Yeni Gerçekçi eğilim direniyor: Bunun, politik etkisi ve kesin olarak betimlenmiş devrimci perspektişerin yokluğu sayesinde, her şeye karşın, hafifçe toplumsal önlemler ve Molotof kokteylleri biçiminde harekete geçirici filmlerin varlığına dayanamayan kapitalist toplumlar çerçevesinde hümanist bir hak ileri sürmeyi dile getirmeyi sağlamayı içeren yöntem olduğu kuşkusuzdur. Demokratik sinema, Yeni Gerçekçi, çoğunlukla da reformist bir sinemadır: Bu iki veri onun büyüklüğünü ve doğuştan gelen zayışığını açıklar.

E – 1960′TAN BU YANA İTALYAN SINEMASI

Eğer Yeni Gerçekçilik 1960′ta uyumlu okul olarak ölmüşse, İtalyan sineması bu esnada günümüzde, en büyüğü değilse bile dünyanın en iyilerinden biri kalır.

Eğilimleri çok sayıdadır, zira sinemacıların yetenekleri çok sayıdadır. 8′ini ayırdetmek mümkündür:

1. Postnéoréalisme’in (Yeni gerçekçilik Sonrası) gecikmiş filmleri: Bazan gecikmiş stil nostaljisi olançeşitli ve “eskiler” dışında, bir kaç yeni yönetmen 50′li yılları anımsatan filmler çevirdi. En tipikleri Ermanno Olmi’dir. Il Posto ve Nişanlılar filmleriyle.

2. “Işıldayan” büyüklerin filmleri: Fellini, Antonioni, Visconti’nin her yeni filmi sinemasal bir olay oluyor. Bu hâlâ bazan Rossellini’nin hatta Vittorio de Sica’nın durumudur dolayısıyla. Fakat, barokları geçmişe dönüklüklerini ve genel olarak geleceğe kapalılıklarını belirtir.

3. Spagetti Vesternler: Ringo, Cango bir türün “çağdaş” ve perişan kahramanlarıdır. İtalyan vesterninin (bazan esinlendiği) John Ford’u Sergio Leone’dir

4. İtalyan Komedileri: Belki acı, aşk ve fantezi’den esinlenerek ortaya çıkmış bu tür beğenilmiş çeşitlemedir. Bazan sıkıcı hatta bayağı bir komediye başvurur, fakat bu filmlerin bazıları yadsımakla uğraşan politik bir şiddeti sergilemeyi amaçlıyor.

5. Kendine aşık sol entellektüellerin filmleri: Bu eğilim, Yeni Gerçekçiliğin bitiminden sonra İtalyan sinemasının en vahiy bildiricilerinden birisidir. “Genç Sinema”yı ister (kısmen etkilendiği) “god-art” olgusuna, isterse 1960′ların “Yeni Dalga”lar olgusuna bağlamak amacıyla bazan bu paye verilmek istendi. Aslında, en ünlü temsilcileri Bernardo Bertolucci, Marco Bellochio ve Pierre Paolo Pasolini olan bu eğilim, İtalyan sinemasında cılız öfkeler ya da kendilerini sınıf kökenlerinin eğiliminden gerçekten çekip çıkarmak için yetersiz entellektüellerin metafizik kuşkusunu anlatmaktan başka bir şey yapmadı. Kendilerini ne proleteryanın özlemlerine uyarlayabilen ne de gerçekten onun hizmetine sokabilen bu yönetmenler sosyal olmasından daha çok psikanalitik saplantılarını devrimci sorunsal statüsüne yükselttiler. Filmleri, burjuvazinin “sol entellektüel” dediği fraksiyonun iki yüzlülüğü ve anlaşılmazlığı üstüne toplumbilimsel belgeler olmak ilgisini sunarlar.

6. Politik düşünce filmleri: Çağdaş İtalyan sinemasının en ilginç ve en üretken eğilimini oluştururlar. Yönetmenlerinin adları: Vittorio de Seta (Orgosolo Haydutları), Francesko Rosi (Salvatore Giuliano,şehrin Üstündeki Alçak El, Mattei Olayı), Valentino Orsini (Toprağın Lânetlileri), Taviani Kardeşler ( Akrep Burcunun Altında, Aziz Michel Bir Horozdu), Ansano Giannarelli (Sierra Maestra). İster görünür görünüşleri içinde, isterse görünmeyen nedenleri içinde bugünkü İtalyan toplumunu zorluklarla anlamaya kendilerini zorluyorlar. Filmleri özel olarak devrimi anlatmakla uğraşmazlar, fakat en kesin ulusal ve uluslararası veriler üstünde tartışmalarla donatıldıkları için düşünülmez bir durulaştırmaya katkı sağlıyorlar ve belki daha sonra hoşa giden bir radikalleştirmeye varıyorlar.


Yrd. Doç. Dr. Battal Odabaş

http://www.yardimx.com/turkce-indir/italyan-sinemasi-–-italyan-sinemasinin-tarihi-2.html
Dışavurumcu Alman Sineması
Vikipedi, özgür ansiklopedi

Almanya'nın 1920'li yılların başında I.Dünya Savaşı'nın yaralarını sarmaya çalıştığı dönemde, Alman sinemacılığı hızla gelişmekteydi. Ancak ekonomik zorluklar yüzünden Alman sinemacılarının Hollywood'un gösterişli ve pahalı yapımlarıyla yarışmaları çok zordu. UFA stüdyosunun sinemacıları sembolizm ve mizansenin olanaklarını kullanarak kendi özgün stillerini yarattılar.
İlk dışavurumcu filmler; Golem (1915), Dr. Caligari'nin Muayenehanesi (1920), Nosferatu, Bir Dehşet Senfonisi (1922) ve Fantom (1922)'dur. Bu filmler gerçek-dışı ve çoğunlukla absürd dekorlarıyla, çarpıtılmış perspektifleriyle, ışığın ve gölgelerin abartılı kullanımıyla akıma uygun biçimsel özellikler taşıyordu.
Dışavurumculuğun aşırı gerçek dışılığı kısa ömürlüydü. Bir kaç yıl içinde gelip geçti ancak temaları ve dekorun, ışığın ve gölgenin anlam yaratmak amacıyla abartılı kullanımı 1920 ve 1930'ların daha sonraki filmlerinde sıkça kullanıldı.
Bu karanlık ve karamsar akım, Almanya'da Nazilerin iktidara gelmesi ve bir çok Alman sinemacının Hollywood'a göç etmesiyle Amerika'ya taşındı. Özellikle iki tür, dışavurumculuk akımından bariz biçimde etkilenmiştir: Korku sineması ve film noir.




1900lü yıllarda Fransa, Rusya, İsveç, Norveç, Polonya ile tek tük İngiltere ve Amerika'da görülen bu akım gerçek anlamda tüm sanatlarda gelişmesiyle kendini Almanya’da göstermiştir.
Son Güncelleme
15 Ocak 2009 | 11:36Epostama GönderSayfayı YazdırArkadaşıma GönderPdf Olarak İndirYorumlaPaylaş.disavurum almanya akim sinema sinema akimi
Alman sinemasındaki önemli gelişmeler 1897’de Oskar Messter’in çalışmalarıyla başlıyor. Özellikle olayın teknik yönüne meraklı olan Messter, küçük bir stüdyoda kısa filmler çekiyor ve set aydınlatması ile yakın çekim kullanımını sinemaya sokan ilk isimlerden biri oluyor. 1910’lu yıllarda Alman sineması sahne uyarlamalarıyla ilgilenmeye başlıyor. Der Student von Prag (Prag’lı Öğrenci) filmi bu uyarlamalar arasında ilk ilgi çekenlerden biri. “Hayırdır, nedir bu öğrencinin ilginçliği?” sorusunun cevabı da şu: Bu filmle birlikte Alman dışavurumculuk akımına da yavaş yavaş giriyoruz. Aynadaki görüntüsünü, dolayısıyla da ruhunu satan genç bir öğrenciyi anlatan Der Student von Prag’dan sonra, filmlerin hikâyeleri mistik konular üzerinde yoğunlaşıyor ve Edgar Allen Poe tarzı bir hava sinemayı sarıyor.

Tarihlere biraz dikkat edersek görüyoruz ki 1913’te çekilen Der Student von Prag’la başlayan dışavurumculuk akımı, 1. Dünya Savaşı’nın ilk yıllarına denk geliyor. Savaş yıllarında küçük şirketler tarafından sürdürülen film yapımına, savaşın sona ermesiyle devlet el atıyor. Devletin sinemayla birdenbire bu kadar yakından ilgilenmesinin sebebi ise dönemin Fransız ve İtalyan sinemasında Almanların neredeyse caniler olarak gösterilmesi. Bir de sessiz sinema döneminden bahsettiğimiz düşünülürse, yapılan filmlerin her ülkeden izleyiciye ulaştığı gibi bir durum söz konusu. İmajını toparlama ihtiyacı hisseden Almanya böylece UFA adlı film stüdyosunu kuruyor. 2. Dünya Savaşı’na kadar Avrupa’nın en büyük film stüdyosu unvanını elinden kaptırmayan UFA ile sinemada yepyeni bir sayfa da açılıyor.

Dışavurumculuğun tam çıkışını yapma fırsatını stüdyo döneminde bulması bir tesadüf değil. Dışavurumculuk akımının esas numarası, iç dünyaların dışa yansıtılması ve objektif gerçekliğin çarpıtılarak yeni bir gerçekliğin yaratılması. Bunu da şöyle yapıyorlar: Ruhsal karmaşayı anlatmak için dekorda bir kaos havası yaratıyorlar; ya da karakterlerin iç dünyalarını göstermek için ağır makyaj ve ışık oyunlarından yararlanıyorlar. Bütün bu dekor ve ışık oyunlarını yaratabilmek de tabii ki yönetmenin bütün kontrolü elinde tutabildiği iç mekânlarda mümkün oluyor. Dolayısıyla UFA’nın kurulması ile dışavurumculuk akımının gelişmesi için ortam yaratılmış oluyor.

Gelelim hadiseyi birkaç örnekle açıklamaya. Das Kabinett des Dr. Caligari (Dr. Caligari’nin Odası), dışavurumculuğu incelemek için seçilebilecek en doğru filmlerden biri. Karakterlerin içinde bulundukları karmaşık ortamı anlatabilmek için kullanılan yamuk kapılardan ve yüksek sandalyelerden oluşan çarpıtılmış dekor, siyah ve beyazın zıtlığını ortaya koyan makyaj ve ışıkla destekleniyor. Hatta siyah-beyaz olan filmde daha dramatik bir hava olması için ışıkla verilemeyen zıtlıklar, dekora ve yüzlere gölgelerin boyanması ile sağlanıyor. Bu dönemin bir başka önemli filmi ise Metropolis. Bilimkurgunun ilk örneklerinden biri kabul edilen bu filmde, robotlaşmış kent insanı kavramı da sinemadaki yerini alıyor.

Ne yazık ki bu güzide akım da bir yerde sona eriyor. Bitmeden önce sesli sinemaya da bir giriş yapıyor ve 1930 yılında Der Blaue Engel (Mavi Melek) ile 1931 yılında M gibi iki önemli yapıtı da film tarihine bırakıyor.

Doğumunun ilk belirtilerini gösterdikten yaklaşık 20 yıl sonra 1933 yılında Alman dışavurumculuk akımı sinemayı tamamen terk ediyor. Buna sebep nedir diye düşünüldüğünde, bu tarihin Nazi’lerin yükselişiyle aynı zamana denk geldiği tabii ki gözümüzden kaçmıyor. Nazi’ler sinema üzerinde kurdukları baskı ile yönetmenlere kendi sanatlarını yapma alanı bırakmıyorlar.

Bunun dışında bir de Yahudi asıllı birçok yönetmen, onların iktidara gelmeleri ile beraber Almanya’yı terk ederek Hollywood’da çalışmalarını sürdürüyor. Ama Alman sinemasının geçirdiği bu 20 yıllık dönem daha dikkatli incelendiğinde, tüm suçun Nazi’lerde olmadığını da kabul etmek lazım. Zaten kendi içinde büyük sorunlar ve dengesizlikler yaşayan Alman sineması, herhangi bir zor dönemi atlatacak güçte olmadığı için politik durumlar bu bitişe bir bahane oluyor diyebiliriz.

Her ne kadar Alman dışavurumculuk akımı yirmi yıllık bir dönem sonunda bitse de o dönemde ortaya çıkan birçok kavram sinemayı etkilemeye hâlâ devam ediyor. Işık kullanımı, atmosfer yaratmaya verilen önem, kurguyu basit tutarak hikâyeye odaklanma gibi teknik etkilerin yanı sıra mistik konulara olan ilgi, şehir insanının klasik tiplemesi gibi o dönemde yaratılan kavramları da günümüz sinemasında görebiliriz. Alman dışavurumculuğu, sinemanın var olan gerçekleri yansıtmaktan çok “sanatsal” bir bakış yakalaması gerektiğini savunanların özellikle izlemesi gereken filmlerle dolu.

Bu dönemde fantastik dünyaya ışık tutan belli başlı filmler şunlardır:

PRAGLI ÖĞRENCİ (1913)-YÖN: STELLAN RYE
GOLEM (1914) -YÖN: HENRİK GALEEN
HOMUNCULUS (1916) -YÖN: OTTO RİPPERT
DOKTOR KALİGARİ'NİN MUAYENEHANESİ (1919) - ROBERT WİENA vs...